Ana içeriğe atla

Kabir Ehlinin Sevinmesi

 

Anlatıldığına göre, kendisini ibadete vermiş kadınlardan Bâhiye isimli birisi, ölmek üzere olduğunu hissedince şöyle dua etmişti:

– Ey hayatımda ve ölümümde ihtiyacımın kaynağı ve güvencimin dayanağı olan Yüce Rabbim! Ölüm sırasında beni yardımsız bırakma; kabrimde korku ve yalnızlığa terketme! Kadıncağız ölünce, onun bir oğlu her cuma gecesi ve günü onun kabrine gelir, yanında biraz Kur’an okur, onun için dua eder ve bağışlanma diler; diğer kabir ehli için de aynı şeyi yapardı. Bu oğul şunları söylemiştir:

– Rüyamda annemi gördüm, ona selam verip dedim ki: “Anneciğim nasılsın, halin nicedir?” Annem şöyle dedi: “Ey oğlum, şüphesiz ölümün şiddetli üzüntüsü vardır. Fakat ben, Allah’a hamdolsun ki, kıyamet gününe kadar içinde güzel kokuları olan döşenmiş bir berzahta (kabir âleminde)yim. İpekli ve atlaslı yastıklar içindeyim.” Ben dedim ki: “Bir ihtiyacın var mı anne?” O şunları söyledi: “Evet oğulcağızım. Bizler için sürdürdüğün ziyaretleri, kıraat ve duaları terketme. Çünkü ben, ey oğlum, cuma gecesi ve gününde bize gelmenle seviniyorum. Sen geldiğin zaman ölüler diyor ki: ‘Ey Bâhiye, işte oğlun gelmiş!’ Ben de bununla seviniyorum. Çevremdeki ölüler (ölmüşlerin ruhları) de buna çok seviniyorlar.”

Adı geçenin oğlu sözlerine şöyle devam ediyor:
– Ben her cuma gecesi ve günü ziyaretlerimi sürdürüyordum. Onun yanında Kur’an’dan bir şeyler okuyor ve diyordum ki: “Allah, korku ve ıssızlığınızı gidersin, gurbet halinize rahmet etsin, günahlarınızı bağışlasın ve geçmiş iyiliklerinizi kabul eylesin.”

Böyleyken, gecenin birinde ben uykuda iken gördüm ki, birçok insan yanıma gelivermiş. “Siz kimsiniz, ihtiyacınız nedir?” dedim. Dediler ki: “Bizler kabir halkıyız. Sana teşekkür etmeye, bu okuma ve dualardan bizleri ayırmamanı istemeye geldik.” Ben de her cuma gecesi ve gününde onlar için Kur’an kıraati ve dualara devam ediyorum.

Deriz ki: Kur’an okumanın ölülere faydası olduğu konusunda bu hikâyede anlatılanlar, gerçeğin böyle olduğunu söyleyen alimlerin sözünü güçlendirmektedir. (Ravzu’r-Reyahin, s. 176-77.)
Binbir Damla, Yusuf YAVUZ / Semerkand Dergisi(Mart 2007)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Elhamdülillah Alâ Külli Hal

" Elhamdülillah Alâ Külli Hal - Her Halimiz İçin Allah'a Hamdolsun" SEN'den gelene, gelmeyene; Ne şekilde belirlemişsen kaderime, bu oyundaki biçtiğin rolüme, yürekten kocaman bir EYVALLAH ! .. Hz.Mevlana (ks)  

Kıymet Bilene

"Sevdiğin şeylerin sorumluluğunu almazsan, onları kaybedersin..."  Üstün Dökmen

Hubb-ı câh nedir?

Hubb-ı câh, şeytanın kalbe bulaştırdığı bu yedi hastalığın en masum görüneni, en sinsi ve hızlı büyüyeni, bu nedenle de galiba en tehlikelisi. Kabaca “makam sevgisi” diye çevrilen hubb-ı câh’taki “câh”, aslında “dünyevî menfaat, üstünlük ve itibar, insanların teveccühüne mahzar olmayı sağlayan şey” demektir. Böyle bir itibar genellikle idari, siyasi, ilmi bakımdan yüksek bir mevkide bulunmakla kazanıldığından, câh, zamanla “mevki, makam, rütbe” anlamına kullanılır olmuştur. Nitekim bazı kaynaklarda hubb-ı câh yerine, “yönetme, baş olma, liderlik tutkusu” anlamına gelen “hubb-ı riyâset” tabiri tercih edilir. Bu tabirlerdeki “hubb” kelimesiyle de “bir şeye ölçüyü kaçıracak tarzda ihtirasla yönelme”nin kastedildiğini söyleyip hubb-ı câh’ı şöyle tanımlayalım: Sırf insanlar nazarında itibar kazanmak, uhrevî olmayan menfaatler elde etmek için bir mevki ya da makama gelmeyi istemek, bunun için her yolu mübah görmek. Hubb-ı câh, “zühd” dediğimiz, “insanı Allah Tealâ ile meşgul olmak...