Ana içeriğe atla

Hayat Dengemiz – Ahde Vefa ve Hizmette Sabır



M. Saki Erol | HAYAT DENGEMİZ
Kar­deş­le­rim,
He­pi­miz Al­lah’ın ku­lu­yuz. Ruh­la­rı­mız ya­ra­tıl­dı­ğın­da Al­lah’a ver­di­ği­miz sö­zün ge­re­ği­ni ye­ri­ne ge­tir­me­miz lâ­zım. Bu­na ah­de ve­fa di­yo­ruz. Ab­de ve­fa­ ile ah­de ve­fa ge­nel­lik­le bir­bi­ri­ne ka­rış­tı­rı­lı­yor. Esas ko­nu­muz ah­de ve­fa­dır, ab­de (ku­la) ve­fa de­ğil­dir. İn­san­la­ra kar­şı ve­falı ol­mak gön­lü­mü­zü bir­leş­ti­rir, mu­hab­be­ti­mi­zi ar­tı­rır. Ama ah­de ve­fa ima­nın te­me­li­dir. Ah­de ve­fa ol­ma­dı­ğı za­man ab­de ve­fa da ol­maz. O da ya­lan olur.
De­mek ki, ah­de ve­fa yo­lun­da gi­den in­san­la­rın pe­şin­de git­me­miz lâ­zım. İn­şal­lah sü­rek­li hüs­nü zan­da bu­lu­na­ca­ğız. Çün­kü Al­lah Te­âlâ her za­man hüs­nü zan ya­pan in­san­lar­la be­ra­ber­dir. Onun için siz kar­deş­le­ri­miz hak­kın­da hüs­nü zan­da bu­lu­nu­yo­ruz. He­pi­niz ah­de ve­fa­lı­sı­nız. El­ham­dü­lil­lah.
Kâ­lu be­lâ­da iman et­ti­ği­miz za­man­da­ki ah­di­mi­zin üze­rin­den bel­li aşa­ma­lar ge­çi­yor.
Dün­ya­ya gel­me­den ön­ce ba­ba sır­tın­dan an­ne rah­mi­ne, on­dan son­ra dün­ya­ya ge­li­nir. Bü­tün in­san­lık bu şe­kil­de ya­ra­tıl­dı. De­ği­şen hiç­bir şey ol­ma­dı. Onun için in­san­lı­ğa ve cin­le­re Al­lah Te­âlâ 124.000 pey­gam­ber gön­der­di.(bkz. Ah­med b. Han­bel, el-Müs­ned, 5/266, Bey­ha­kî, es-Sü­ne­nü’l-Küb­râ, 9/4; Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, 8/210). Ni­çin gön­der­di on­la­rı? Bi­zim ruh­lar âle­min­de ver­di­ği­miz sö­zü, bi­ze tek­rar ha­tır­lat­ma­ya, öğ­ret­me­ye ve yar­dım­cı ol­ma­ya gön­der­di.
Bir aşa­ma da­ha var, ço­cuk­luk aşa­ma­sı, bu bu­luğ ça­ğı­na erin­ce­ye ka­dar sü­rer. Bu dö­ne­mi an­ne, ba­ba, ho­ca­lar­dan al­dı­ğı­mız eği­tim­le ta­mam­la­rız. Bu dö­nem­de biz so­rum­lu de­ği­liz, ama an­ne ve ba­ba­la­rı­mız, bü­yük­le­ri­miz, ken­di­mi­ze reh­ber tut­tu­ğu­muz in­san­lar so­rum­lu­dur.
Bu­luğ ça­ğı­na er­dik­ten son­ra so­nun baş­lan­gı­cı baş­lı­yor de­mek­tir. Ar­tık her fi­ili­miz me­lek­ler ta­ra­fın­dan ya­zıl­ma­ya baş­lı­yor, so­rum­lu­luk sa­de­ce bi­zim üze­ri­miz­de ka­lı­yor.
Pey­gam­ber­ler ge­lip gö­rev­le­ri­mi­zi an­lat­tı, on­dan son­ra an­ne ba­ba­la­rı­mız an­lat­tı; ho­ca­la­rı­mız an­lat­tı, va­adi­mi­zi, yü­ce Al­lah’a ver­di­ği­miz sö­zü­mü­zü bi­ze ha­tır­lat­tı­lar. On­dan son­ra biz­de so­rum­lu­luk baş­lı­yor.
İn­san, bil­me­di­ği ve uzak bir yo­la git­ti­ği za­man ya önün­de bir reh­be­ri ol­ma­lı ya elin­de bir ha­ri­ta­sı bu­lun­ma­lı. Es­ki­den reh­ber ol­ma­dı­ğı za­man yol­lar­da ağaç, taş ve­ya ne­hir kı­yı­la­rın­da su se­vi­ye­si­ni be­lir­le­mek için işa­ret­ler olur­du. Bel­ki gö­ren­le­ri­niz var­dır. Gü­nü­müz­de ha­ri­ta­lar, pus­la­lar ve yol lev­ha­la­rı var. Eğer bir ki­şi reh­ber­siz ve ha­ri­ta­sız yo­la gi­di­yor­sa yo­lu­nu kay­bet­me­ye mah­kum­dur. Su­da bo­ğul­ma ih­ti­ma­li çok yük­sek­tir. Dün­ya ha­ya­tın­da na­sıl ki ha­ri­ta­ya, reh­be­re ih­ti­ya­cı­mız var­sa, âhi­ret yo­lun­da da reh­ber­le­re muh­ta­cız. Al­lah yo­lun­da ger­çek reh­ber­le­rin pe­şin­den git­me­k zo­run­da­yız.
Pe­ki reh­ber­le­ri na­sıl ta­nı­ya­ca­ğız, ha­ri­ta­yı na­sıl be­lir­le­ye­ce­ğiz, bun­la­rı na­sıl bu­la­ca­ğız? Ta­bii ki ha­ri­ta­mız Kur’an ve Sün­net’­tir. On­la­rı Rab­bü’l-âle­min pey­gam­be­ri va­sı­ta­sıy­la bi­ze gön­der­di. Kur’an ve Sün­net bi­rer pu­su­la­dır; hak yo­lu ve cen­net di­ya­rı­nı gös­te­rir. Bu pu­su­la­lar­da ne var? Bi­rin­ci­si, he­de­fi­miz var. Bu­nu şu âyet-i ke­ri­me ha­ber ve­ri­yor:
“Ben cin­le­ri ve in­san­la­rı an­cak ba­na iba­det et­sin­ler di­ye ya­rat­tım.” (Zâ­ri­yât 51/56)
Bü­tün işin ba­şı ve so­nu bu­dur. Ha­ni kâ­lu be­lâ­da yü­ce Al­lah’a söz ver­miş­tik, “Sen­sin bi­zim rab­bi­miz, sa­na iba­det ede­riz” de­miş­tik. Bu­luğ ça­ğı­na er­me­den ön­ce bu he­def ve va­zi­fe bi­ze ha­tır­la­tıl­dı; on­dan son­ra ar­tık ge­re­ği­ni yap­mak zo­run­da­yız. Ar­tık kul­lu­ğu ye­ri­ne ge­tir­me­miz ge­re­ki­yor.
Kur’an Al­lah’ın ke­lâ­mı­dır; sün­net ise Re­sûl-i Ek­rem Efen­di­miz’in ke­la­mı­dır. Ara­sın­da­ki fark bu­dur. İki­si de bi­zi bağ­lar. Âyet-i ke­ri­me­de yü­ce Al­lah, Hz. Pey­gam­be­r’in (s.a.v) söy­le­di­ği her şe­yi va­hiy­le söy­le­di­ği­ni bil­di­ri­yor. O ken­di key­fin­den ko­nuş­maz, o an­cak ken­di­si­ne vah­ye­di­len şey­le­ri ko­nu­şurbu­yu­ru­yor (Necm 53/3-4).
Bu şu de­mek­tir: Al­lah’ın ke­lâ­mı da Re­sûl-i Ek­rem Efen­di­mi­z’in ha­dis­le­ri de emir ba­kı­mın­dan bi­zim için ay­nı­dır. Bir de bu­nu uy­gu­la­yan­lar var­dır. Sü­rek­li sil­si­le şek­lin­de gü­nü­mü­ze ka­dar ge­len din âlim­le­ri­miz, âri­fi­bil­lah in­san­lar, mür­şid-i kâ­mil­le­ri­miz di­nin uy­gu­la­ma şek­li­ni bi­ze an­lat­mış ve onu ya­şa­ya­rak gös­ter­miş­ler­dir.
Bu reh­ber in­san­la­rı na­sıl ta­nı­ya­bi­li­riz? Ger­çek din âli­mi ve kâ­mil mür­şid kim­dir? Bu­nun öl­çü­sü yü­ce Al­lah’ın öl­çü­le­ri­dir. Âlim ve ârif kim­se bi­ze di­ni­mi­zi, yü­ce rab­bi­mi­zi ta­nı­ta­cak kim­se­dir; ya­ni on­lar Al­lah’a sev­ke­de­cek ve O’na şa­hit ola­cak reh­ber­dir. On­la­rın sı­fat­la­rı­nı en iyi yü­ce Al­lah bi­lir.
Bir in­sa­nın kâ­mil mür­şid ol­du­ğu­nu na­sıl an­la­ya­ca­ğı­mı­zı ta­sav­vuf ki­tap­la­rı gü­zel­ce açık­la­mış­tır. Bir in­san ha­va­da uç­mak­la ev­li­ya ol­maz, çün­kü kuş­lar da uçu­yor. Bir in­san tayy-i me­kân yo­luy­la do­ğu­dan ba­tı­ya git­mek­le kâ­mil ve­lî ol­maz, çün­kü -Al­lah’ın lâ­ne­ti üze­ri­ne ol­sun- şey­tan da bir an­da bü­tün dün­ya­yı do­la­şır. Bir in­san su­da yü­rü­mek­le kâ­mil ol­maz; çün­kü ba­lık­lar ve kur­ba­ğa­lar da sü­rek­li su­da yü­zer­ler. Te­zek ve tah­ta da su­da yü­zü­yor. Pe­ki ne ile ve­lî­lik bel­li olu­yor? Bu an­cak Kur’an ve Sün­net’e uy­mak­la bel­li olu­yor. Onun için rab­bâ­nî âlim­le­ri­miz ve mür­şid-i kâ­mil­le­ri­mi­zi de­ğer­len­dir­me öl­çü­müz bu ol­ma­lı­dır.
Bu öl­çü­le­ri mu­hak­kak eli­miz­de tut­ma­mız lâ­zım. Onun için son ne­fe­se ka­dar bu de­vam eder. İn­şal­lah bu öl­çü ve reh­ber­le­ri­mi­zi eli­miz­den bı­rak­ma­ya­ca­ğız. Ar­ka­la­rın­dan ay­rıl­ma­ya­ca­ğız; çün­kü bir in­sa­nı sev­mek Al­lah için ol­ma­dık­tan son­ra onun hiç­bir kıy­me­ti yok­tur.
Bir kim­se­yi me­ca­zi mâ­na­da se­ve­bi­lir­sin ama ha­ki­ki sev­gi ilâ­hî sev­gi­dir. Eğer biz­ler bu mür­şid-i kâ­mil­le­re ya­pı­şı­yor­sak bi­zi, Al­lah’a ve Re­sû­lü’­ne gö­tür­sün di­ye ya­pı­şı­yo­ruz. Bir kim­se bi­zi Al­lah’a ve Re­sû­lul­lah’a gö­tü­re­mi­yor­sa, onun fay­da­sı yok­tur.
Eğer Hz. Re­sû­lul­lah’a (s.a.v), “Bu Al­lah’ın pey­gam­be­ri­dir; bi­ze reh­ber olup Al­lah’a gö­tü­re­cek, bi­ze Al­lah’ın em­ri­ni bil­di­re­cek, di­ni ya­şa­tıp ila­hi hu­zur­da şe­fa­at­çi­miz ola­cak odur” di­ye iman et­miş­sek, ar­tık onun pe­şin­den git­me­miz lâ­zım­dır. Onun için sev­gi­miz ve kız­gın­lı­ğı­mız sa­de­ce Al­lah rı­zâ­sı için ol­ma­lı­dır.
İba­det­ler çok­tur. Na­maz kıl­mak, oruç tut­mak bun­lar farz olan şey­ler­dir za­ten. Bun­lar, sü­rek­li üze­ri­miz­de ema­net ve borç­tur. Na­sıl bir in­san borç­luy­sa o bor­cu­nu öde­mek zo­run­da ol­du­ğu Al­lah’ın bi­ze farz kıl­dı­ğı emir­le­ri ye­ri­ne ge­tir­mek de bi­zim kul­luk bor­cu­muz­dur.
İba­det bun­lar­dan iba­ret de­ğil­dir. Al­lah için bir mü­min kar­de­şi­ne gül­mek, te­bes­süm et­mek bi­le iba­det­tir, ha­yır­dır. İn­san­la­ra za­rar ve­ren bir di­ke­ni yol­dan kal­dır­mak iba­det­tir. Bir taş kal­dır­mak iba­det­tir. Bun­lar sa­da­ka kıs­mın­dan­dır. İba­de­ti böy­le ge­niş mâ­na­sıy­la de­ğer­len­di­rip yap­ma­mız ge­re­kir.
Özel­lik­le gü­nü­müz­de al­ma­mız ge­re­ken mâ­ne­vî gı­da­la­rı­mız var­dır, on­la­rı al­ma­lı­yız. Hiz­me­te çok yö­nel­me­miz lâ­zım. Çün­kü bü­yük­le­ri­mi­zin söy­le­di­ği gi­bi hiz­met ni­met­tir. Bu ni­me­ti eli­miz­den bı­rak­ma­ma­mız ge­re­kir.
Ni­met ne­dir? Bu ni­met ih­lâs, tes­li­mi­yet, mu­hab­bet ve sa­da­kat­tir. Bun­lar­la hiz­me­ti­mi­zi de­vam et­ti­re­bi­li­riz. Ta­bii ki, her şey Kur’an ve Sün­net öl­çü­le­rin­de ve ede­bin­de olur­sa doğ­ru­dur. Bu­nu hiç­bir za­man ak­lı­nız­dan çı­kar­ma­yın. Baş­ta ni­yet Al­lah rı­zâ­sı için ola­cak, son­ra amel ya­pı­la­cak. Onun için bu öl­çü­le­ri za­ma­nı­mız ol­ma­dı­ğın­dan do­la­yı kı­sa an­la­tı­yo­rum.
Her gün mâ­ne­vî gı­da­la­rı­mı­zı al­ma­lı­yız, hiz­met­le ken­di­mi­zi des­tek­le­me­li­yiz. Zi­kir ve iba­det­le ye­ni­len­me­li­yiz. Çün­kü bu de­vir­de za­yi­at faz­la, za­rar ka­pı­sı çok, her ta­raf kal­be has­ta­lık se­be­bi olan gü­nah­lar­la do­lu. Ener­ji kay­bı­mız çok. O za­man çok ka­zan­ma­mız, kay­bet­ti­ği­miz mâ­ne­vî ener­ji­yi ge­ri dol­dur­ma­mız lâ­zım. Onu hiz­met­le dol­du­ra­bi­li­riz. Zi­ra Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v) şöy­le bu­yur­muş­tur:
“İn­san­la­rın en ha­yır­lı­sı in­san­la­ra en fay­da­lı ola­nı­dır.” (Ebu Ya‘lâ, el-Müs­ned, 6/65; Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, 8/191; Bey­ha­kî, Şu­abu’l-İmân, nr. 7658; Su­yû­tî, Câ­miu’s-Sa­ğîr, nr. 4044; Ac­lû­nî, Keş­fu’l-Ha­fâ, nr.1252)
İn­san­la­rın ilim­den fay­da­lan­ma­sı için bi­na­lar yap­mak ne ka­dar bü­yük bir ni­met­tir.
Ken­di­ne bir köşk ya­par­sın, tek ba­şı­na ço­luk ço­cu­ğun­la otu­rur­sun. Bu­nun­la ye­tin­mek ger­çek akıl­lı işi de­ğil­dir. Bu ger­çek bir ti­ca­ret de­ğil­dir. Ger­çek ti­ca­ret, hem en kar­lı ve hem de­vam­lı fay­da­sı olan şe­yi yap­mak­tır.
Bi­ri­ si­ze, gel şu­nu yap bir li­ra ve­re­yim de­se, di­ğe­ri de şu­nu ya­par­san beş ve­ya on li­ra ve­ri­rim de­se, siz han­gi­si­ne gi­der­si­niz?
Son­ra tek ki­şi­lik ti­ca­ret mi çok­tur, bin­ler­ce ki­şi ile bir­lik­te ça­lı­şa­rak el­de edi­len ti­ca­ret mi bü­yük­tür? Al­lah yo­lun­da hiz­met, yev­mi­ye­si en az on li­ra ile ça­lış­mak­tır. Bin­ler­ce in­san ile or­tak ka­zan­mak­tır. Bu ka­zanç hem dün­ya­da hem âhi­ret­te de­vam eder. Akıl­lı in­san, ebe­dî sa­adet yur­du için ya­tı­rım ya­par.
Ta­bii ki akıl sa­hi­bi de­vam­lı faz­la­sı­nı is­ter. Biz de onun için ha­yır ve hiz­me­tin faz­la­sı­nı is­te­ye­ce­ğiz. Hiç­bir za­man unut­ma­ya­ca­ğız, gi­de­ri­mi­zin çok ol­du­ğu­nu bi­le­ce­ğiz ve hiz­me­ti­mi­zi ona gö­re ayar­la­ya­ca­ğız. Bu me­se­le­nin di­nî kıs­mı.
Dün­ya ha­yı­tı­mız için de te­mel öl­çü­le­ri­miz var. Ti­ca­ret, si­ya­set ve di­ğer bü­tün iş­le­ri­miz­de te­mel öl­çü­le­ri ve he­def­le­ri iyi bil­mek ge­re­kir.
Ta­sav­vuf de­mek Pey­gam­ber Efen­di­mi­z’in (s.a.v) gü­zel ah­lâ­kı ve üs­tün sı­fat­la­rı ile sı­fat­lan­mak­tır. Yü­ce Al­lah onu kâ­ina­ta öl­çü yap­mış­tır, bü­tün ha­yır ve fa­zi­let onun üze­rin­den gel­mek­te­dir. Ona git­me­yen yol­la­rın hep­si şey­ta­nî yol­dur.
Ter­bi­ye yol­la­rı çok­tur, fa­kat so­nuç­ta hep­sin­de he­def nok­ta Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz’­dir (s.a.v). Bü­tün yol­la­rın on­da bir­leş­me­si lâ­zım­dır.
Biz ona ulaş­ma­ya gay­ret ede­ce­ğiz. İn­şal­lah bu yol mâ­ne­vî ha­ya­tı­mı­zı dü­zen­le­ye­cek ve bi­zi mâ­ne­vî has­ta­lık­lar­dan ko­ru­ya­bi­le­cek ye­ga­ne ilâç­tır, has­ta­lık­la­ra kar­şı kal­kan­dır. Bu­nun için baş­ka bir ilâç ara­ma­mı­za ge­rek yok.
Gav­sı­mız ge­çen­ler­de bir soh­bet et­ti. Soh­be­tin­de bu­yur­du ki: “Şey­ta­nı kan­dı­ran ne­fis­tir. Al­lah Te­âlâ şey­ta­na Âdem’e (a.s) sec­de et di­ye em­ret­ti, he­men ne­fis dev­re­ye gi­rip, ‘Ha­yır sen da­ha kıy­met­li mad­de­den ya­ra­tıl­dın, o ça­mur­dan ya­ra­tıl­dı; sen na­sıl ona sec­de edi­yor­sun’ di­ye onu em­re uy­mak­tan alı­koy­du ve he­lâk et­ti.”
Onun için zâ­hi­rî amel­le­ri­miz ol­sun mâ­ne­vî amel­le­ri­miz ol­sun bu ne­fis­ten kur­tul­ma­mız lâ­zım. Ne­fis ve şey­tan­dan na­sıl kur­tu­la­bi­li­riz?
Al­lah’ın bah­si edil­di­ği za­man şey­tan ka­çar. Zi­kir yap­tı­ğın za­man şey­tan ka­çar, na­maz kıl­dı­ğın za­man şey­tan ka­çar, ezan oku­du­ğun za­man şey­tan ka­çar. Ama ne­fis ye­rin­de du­rur, onu ne yap­ma­lı?
Gav­sı­mız yi­ne şöy­le bu­yur­du: “Şey­tan kurt gi­bi­dir. En ufak bir ses­ten kor­kar ka­çar. Şey­tan Al­lah zik­re­di­lin­ce ora­da du­ra­maz, si­ner ka­çar. Ama ne­fis öy­le de­ğil­dir.”
O za­man ne­fis ile mü­ca­de­le­mi­zi na­sıl ya­pa­ca­ğız?
Ön­ce te­fek­kür­le işe baş­la­ya­ca­ğız. Al­lah Te­âlâ’nın hik­met ve kud­re­ti­ni göz­ler önü­ne se­ren şu kâ­inat üze­rin­de çok­ça dü­şün­mek lâ­zım­dır. Te­fek­kür kal­bi uya­nık tu­tar. Kal­bi uya­nık kim­se nef­sin hi­le­le­ri­ni ko­lay far­ke­der.
Son­ra zi­kir­le kal­bi kuv­vet­len­dir­me­li. İlim­le ne ya­pa­ca­ğı­mı­zı bil­me­li. Mür­şi­din na­zar ve fey­zi ile ilâ­hî aş­kı çe­kip nef­sin az­gın­lı­ğı­nı diz­gin­le­me­li. Her şe­ye ib­ret­le bak­ma­lı. Ölü­mü dü­şün­me­li. He­lâl lok­ma ye­me­li. Hiz­met­ler­le ken­di­mi­zi ko­ru­ma­ya al­ma­lı. Kar­deş­le­ri­miz­le nef­si­mi­zi kont­rol et­me­li. Mu­hak­kak bü­yük­le­rin ver­di­ği re­çe­te­le­ri gü­zel uy­gu­la­ma­lı­dır. Bü­tün me­se­le, nef­si ıs­lah edip in­san­lı­ğa fay­da ver­mek­tir. Nef­si­ni ıs­lah et­me­yen kim­se­nin baş­ka­sı­na fay­da­sı bir al­dat­ma­dır. O asıl fay­da de­ğil­dir.
Yo­lu­muz ta­sav­vuf­tur. Ta­sav­vuf ter­bi­ye­dir, si­ya­set, ri­ya­set de­ğil. Bu Tür­ki­ye’de ya­şı­yo­ruz ve bun­dan da mut­lu­yuz. Al­lah hu­zu­ru­mu­zu da­im et­sin in­şal­lah. Tür­ki­ye’de ül­ke­mi­ze, mil­le­ti­mi­ze, mem­le­ke­ti­mi­ze, bir­li­ği­mi­ze ve be­ra­ber­li­ği­mi­ze kim fay­da­lı ola­cak­sa ona yar­dım­cı ol­mak lâ­zım­dır. Bu­nu ya­pın­ca so­rum­lu­lu­ğu­muz bi­ter. Asıl he­def hal­ka, in­san­lı­ğa hiz­met­tir. Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v) şöy­le bu­yu­ru­yor:
“Bir top­lu­lu­ğun efen­di­si on­la­ra hiz­met eden­dir.” (Se­hâ­vî, el-Ma­kâ­si­dü’l-Ha­se­ne, nr. 576; İbn To­lun, eş-Şez­re, nr. 505)
Eğer biz bir yer­de baş­kan, amir, me­mur ve yet­ki­li ol­duy­sak, bu hiz­met için­dir. Eğer bir top­lu­lu­ğun so­rum­lu­lu­ğu­nu üst­len­miş­sek, Al­lah ka­tın­da on­lar­dan so­rum­lu­yuz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v),
“He­pi­niz ço­ban­sı­nız ve he­pi­niz sü­rü­nüz­den so­rum­lu­su­nuz” bu­yur­mak­ta­dır. (Bu­hâ­rî, Ah­kâm, 1; Cum‘a, 11; İs­tik­râz, 20; Itk, 17, 19; Ve­sâ­yâ, 9; Ni­kâh, 81, 90; Müs­lim, İmâ­ret, 20; Tir­mi­zî, Ci­hâd, 27; Ebû Dâ­vûd, İmâ­ret, 1)
Bu so­rum­lu­luk duy­gu­su­nu hiç­bir za­man unut­ma­ma­lı. Ri­ya­se­ti bu şe­kil­de gör­me­miz lâ­zım. Si­ya­se­ti o şe­kil­de gör­me­miz lâ­zım.
Bu­ra­da ne kal­dı. Mad­di­yat kal­dı. Mad­di­yat ne­dir? Pa­ra­dır. Bu mal bi­zim de­ğil­dir. Ça­lış­mak ve ka­zan­mak zo­run­da­yız, ama Al­lah yo­lun­da in­fak et­mek için. Fa­kir fu­ka­ra­ya yar­dım et­mek için. Ta­bii ken­di gü­cü­müz nis­be­tin­de.
Al­lah yo­lun­da in­san­la­ra hiz­met şe­kil­le­ri çok­tur. Bu hiz­met bir fab­ri­ka aç­mak ola­bi­lir, bir kim­se­ye iş im­kâ­nı ola­bi­lir; baş­ta da söy­le­di­ğim gi­bi ha­yır ve hiz­me­tin çok de­ği­şik yol­la­rı var­dır.
Bu yol­da asıl olan sa­da­kat ve amel­dir. Boş laf işe ya­ra­maz, bi­ze yol al­dır­maz. İn­san­la­rı laf ile oya­la­mak ve gö­rün­tüy­le kan­dır­mak ya­sak­tır. Âyet-i ke­ri­me­de yü­ce Al­lah,
“Yap­ma­ya­ca­ğı­nız şe­yi ni­çin söy­lü­yor­su­nuz?” (Saf 61/2) bu­yur­mak­ta­dır.
Al­lah yo­lu­na da­vet edip de ken­di­miz yap­mı­yor­sak, kim­se­ye fay­da­mız ol­ma­dı­ğı gi­bi ya­lan­cı du­ru­mu­na düş­müş olu­ruz. Onun için ilk ön­ce gü­zel­lik­le­ri ken­di nef­si­miz­de ya­şa­ya­ca­ğız ki söy­le­di­ği­miz kar­şı­da­ki in­sa­na et­ki et­sin, fay­da ver­sin.
Şöy­le bir ör­nek an­la­tı­lır:
Bir kö­le bir mür­şid-i kâ­mi­le gi­de­rek, “Efen­dim, be­nim sa­hi­bim çok gad­dar­dır, ba­na çok zu­lüm edi­yor, cu­ma na­ma­zı­nı kıl­ma­ya bu­ra­ya ge­li­yor, ona emir bu­yur­say­dı­nız da ba­na bi­raz mer­ha­met­le dav­ran­sa!” di­ye dert yan­dı. O mür­şid de, “Pe­ki söy­le­rim” de­di. Da­ha cu­ma gü­nü ol­ma­dan bu ev­li­ya gi­dip, esir pa­za­rın­dan bir esir al­dı ve onu he­men âzat et­ti. Cu­ma gü­nü ge­lin­ce o kö­le­nin sa­hi­bi gel­di, onun­la soh­bet et­ti. Cu­ma­dan son­ra kö­le­nin sa­hi­bi­ne, “Efen­di, se­nin ya­nın­da bir kö­le ça­lı­şı­yor, ona kar­şı bi­raz şef­kat­li ol” de­di. O da he­men, “Sen bu­nu söy­le­dik­ten son­ra, ben onu âzat et­tim, o ar­tık hür­dür” de­di. He­men kalk­tı, kö­le­si­nin ya­nı­na gi­dip “Sen hür­sün” de­di. Kö­le şa­şır­dı, bi­raz üze­rim­de­ki zul­mü azal­ta­yım der­ken, hür ol­du­ğu­nu işi­tin­ce hay­ret et­ti, he­men içe­ri gi­rip o kâ­mil mür­şi­de, “Efen­dim ben bi­raz zul­mü azal­tır mı di­ye dü­şü­nür­ken, o be­ni âzat et­ti. Siz bu ada­ma ne söy­le­di­niz” de­di. O da, “Ev­lâ­dım ön­ce­ki gün git­tim bir kö­le sa­tın alıp onu âzat et­tik­ten son­ra Efen­di­ne kö­le­ne iyi dav­ran di­ye tav­si­ye­de bu­lun­dum, Al­lah Te­âlâ da onun kal­bi­ne rah­me­ti­ni ko­ya­rak sa­na mer­ha­met et­me­si­ni sağ­la­dı” de­di.
Onun için eğer gü­zel bir şey tav­si­ye edi­yor­sak ilk ön­ce bi­zim yap­ma­mız lâ­zım ki o işi­miz yo­lu­na git­sin. Yok­sa zor­la­may­la gi­der. Zor­da kı­rıl­ma var­dır.
Onun için kar­deş­le­rim, bi­zim hem mad­dî hem mâ­ne­vî öl­çü­le­ri­miz var­dır. Di­nî öl­çü­le­ri­miz Kur’an ve Sün­net’­tir.
Bi­ze dü­şen bir önem­li va­zi­fe de in­san­lar ara­sın­da fit­ne çı­kar­ma­mak­tır. Çün­kü fit­ne ke­sin ha­ram bir iş­tir, fe­lâ­ket­tir. Ce­nâb-ı Hak,
“Fit­ne çı­kar­mak adam öl­dür­mek­ten da­ha kö­tü­dür” (Ba­ka­ra 2/191) buy­rul­mak­ta­dır.
Bü­tün mü­min­ler kar­deş­tir. Bir­bi­ri­mi­ze köp­rü ola­ca­ğız, bir­bi­ri­mi­ze yük yük­le­me­ye­ce­ğiz, bir­bi­ri­mi­zin yü­kü­nü ta­şı­ya­ca­ğız. O za­man mu­vaf­fa­ki­ye­ti­miz ka­çı­nıl­maz olur. Al­lah için bir­bi­ri­mizi se­vin­ce mu­vaf­fak ol­ma­ma­mız müm­kün de­ğil­dir. Bü­yük­le­ri­ni­ze ita­at edin, kü­çük­le­ri­ni­zi se­vin.
Al­lah he­pi­niz­den ra­zı ol­sun. İn­şal­lah du­ala­rı­nı­zı ek­sik et­me­yin. Biz de si­ze dua ede­ce­ğiz. Si­zin ha­yır­la­rı­nı­za or­tak ol­du­ğu­muz gi­bi siz de bi­zim ha­yır­la­rı­mı­za or­tak­sı­nız.
Çok ça­lış­ma­lı­yız; çün­kü hem ül­ke­mi­zin hem in­san­la­rı­mı­zın hem üm­met-i Mu­ham­me­d’in hiz­me­te ih­ti­ya­cı var­dır. Hiz­met ni­met­tir. Vir­di­ni­zi ak­sat­ma­yın, hat­me­ni­zi ter­ket­me­yin, ra­bı­ta­la­rı­nı­zı gev­şet­me­yin, ge­ri­si­ni hiz­me­te ayı­rın. Bü­tün ha­yır ve fa­zi­let bun­da­dır.
Hiz­me­tin en bü­yük ke­ra­me­ti in­sa­nı Al­lah Te­âlâ’nın sev­gi ve yar­dı­mı­na maz­har et­me­si­dir. Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v) bu­yu­ru­yor ki:
“Bir kul, din kar­de­şi­nin yar­dı­mın­da bu­lun­du­ğu sü­re­ce, Al­lah da onun yar­dı­mın­da olur.” (Ebû Da­vud, Edeb, 60; Tir­mi­zî, Hu­dud, 3; Birr, 19)
Şu ör­nek­ler­den hiz­me­tin kıy­me­ti­ni an­la­mak müm­kün­dür
As­hap­tan Ab­dul­lah b. Ab­bas (r.a), Hz. Pey­gam­ber’in (s.a.v) mes­ci­din­de iti­ka­fa gir­miş­ti. Ya­nı­na bir adam gel­di, se­lâm ver­di ve otur­du. İb­n Ab­bas (r.a) ada­mın yü­zü­ne bak­tı, onu bi­raz ke­der­li gör­dü:
“Ey fa­lan­cı! Se­ni ke­der­li ve üzün­tü­lü gö­rü­yo­rum, bir sı­kın­tın mı var?” di­ye sor­du. Adam,
“Evet ey Al­lah Re­sû­lü’­nün am­ca­sı­nın oğ­lu. Fa­lan­cı­nın üze­rim­de ve­lâ hak­kı var, pa­ra kar­şı­lı­ğın­da be­ni hür­ri­ye­ti­me ka­vuş­tur­du. Fa­kat şu ka­bir­de ya­tan Pey­gam­ber hak­kı için söy­lü­yo­rum, üst­len­di­ğim bor­cu öde­ye­cek gü­cüm yok” de­di. İb­n Ab­bas (r.a),
“Ona se­nin hak­kın­da ko­nuş­sam olur mu?” di­ye sor­du. Adam,
“İs­ter­sen bir ko­nuş” de­di. İb­n Ab­bas (r.a) he­men ayak­ka­bı­la­rı­nı giy­di, mes­cid­den çık­tı. Adam,
“İti­kaf­ta ol­du­ğu­nu­zu unut­tu­nuz her­hal­de!” di­ye ha­tır­lat­ma­da bu­lun­du. İb­n Ab­bas (r.a),
“Ha­yır unut­ma­dım. Fa­kat ben şu ka­bir­de ya­tan Hz. Pey­gam­ber’i (s.a.v) işit­tim. O ara­mız­dan ay­rı­la­lı çok geç­me­di.” Bu ara­da İb­n Ab­bas’ın göz­le­rin­den yaş­lar bo­şan­dı. Sö­zü­ne de­vam et­ti: Ra­sû­lul­lah Efen­di­miz (s.a.v) şöy­le bu­yur­du:
“Kim bir din kar­de­şi­nin ih­ti­ya­cı­nı gi­der­mek için yü­rür ve sı­kın­tı­sı­nı gi­de­rir­se, bu yap­tı­ğı onun için on se­ne­lik iti­kaf­tan da­ha ha­yır­lı­dır. Hal­bu­ki, kim Al­lah Te­âlâ’nın rı­za­sı için bir gün iti­ka­fa gir­se Al­lah Te­âlâ onun­la ce­hen­nem ate­şi ara­sın­da üç hen­dek ko­yar. Her bir hen­de­ğin ara­sı do­ğu ile ba­tı ara­sı ka­dar uzak­tır.” (Bey­ha­kî, Şu­abü’l-İmân, nr. 3960; Ta­be­râ­nî, el-Ev­sat, nr. 7322; Mün­zi­rî, et-Ter­gîb, 2/272)
As­ha­bın bü­yük­le­rin­den Mu­âz b. Ce­bel (r.a) de­miş­tir ki: “Al­lah yo­lun­da ci­ha­da (Al­lah için hiz­me­te) gi­den ar­ka­daş­la­rı­mın eş­ya­la­rı­nı ha­zır­la­mam, yük­le­ri­ni dü­zelt­mem ve bi­nek­le­ri­ni çe­kip çe­vir­mem ba­na on nâ­fi­le hac­dan da­ha se­vim­li­dir.” (Ebû Da­vud, Edeb, 60; Tir­mi­zî, Hu­dud, 3; Birr, 19)
Ebû Kı­lâ­be-i Bas­rî (rah.) şu ha­di­se­yi an­lat­mış­tır:
“Re­sû­lul­lah (s.a.v), yol­cu­luk ya­par­ken as­ha­bı­nı grup­la­ra ayı­rı­yor­du. Bir de­fa­sın­da gru­bun bi­ri Efen­di­miz’in (s.a.v) hu­zu­ru­na ge­le­rek grup­ta­ki bir şah­sı şöy­le öv­me­ye baş­la­dı­lar:
‘Ey Al­lah’ın Re­sû­lü! Biz bu­nun gi­bi­si­ni gör­me­dik. Bir ye­re in­di­ği­miz­de he­men na­ma­za ko­şar, dur­ma­dan na­maz kı­lar. Ha­re­ket edin­ce tek işi Kur’an oku­mak­tır. Bir de de­vam­lı oruç tu­tu­yor’ de­di­ler. Re­sû­lul­lah (s.a.v),
‘Ona bun­la­rı yap­ma im­kâ­nı­nı kim ve­ri­yor? O bun­la­rı ya­par­ken ih­ti­yaç­la­rı­nı kim gö­rü­yor?’ di­ye sor­du. Ar­ka­daş­la­rı,
‘Biz­ler’ di­ye ce­vap ver­di­ler. Re­sû­lul­lah (s.a.v), ay­nı so­ru­yu bir ke­re da­ha sor­du. On­lar tek­rar,
‘Biz­ler’ di­ye ce­vap ve­rin­ce, Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v),
‘Bu du­rum­da si­zin he­pi­niz on­dan da­ha ha­yır­lı­sı­nız’ bu­yur­du.” (İb­nü’n-Neh­hâs, Me­şâ­riu’l-Eş­vâk, 1/315; İb­nü’l-Mü­bâ­rek, Ki­tâ­bü’l-Ci­hâd, 2/180)
Bu hiz­met ker­va­nın­da bu­lun­mak he­pi­miz için sa­adet se­be­bi­dir. Bu ni­me­te şük­re­de­lim ki yü­ce Al­lah ni­met ve se­va­bı­mı­zı ar­tır­sın. Bi­raz da sa­bır­lı ola­lım. Sa­bır ol­ma­dan za­fer ol­maz.
Bü­yük­ler ne de­miş: Sab­re­den der­viş, mu­ra­dı­na er­miş.
Mu­ra­dı Al­lah ola­na, O’na ka­vu­şa­na ka­dar bu yol­da sa­bır dü­şer.
Cen­net ucuz de­ğil.
Yü­ce Al­lah’a kar­şı ve­fa­lı olan ebe­dî se­fa­yı bu­lur.
Son sö­zü­müz, âlem­le­rin rab­bi­ne ham­dol­sun.
(Bu yazı, S. Muhammed Sa­ki Erol’un 2004 yı­lın­da Er­zu­rum’da yap­mış ol­du­ğu soh­bet­ten faydalanılarak ha­zır­lan­mış­tır.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Elhamdülillah Alâ Külli Hal

" Elhamdülillah Alâ Külli Hal - Her Halimiz İçin Allah'a Hamdolsun" SEN'den gelene, gelmeyene; Ne şekilde belirlemişsen kaderime, bu oyundaki biçtiğin rolüme, yürekten kocaman bir EYVALLAH ! .. Hz.Mevlana (ks)  

Kıymet Bilene

"Sevdiğin şeylerin sorumluluğunu almazsan, onları kaybedersin..."  Üstün Dökmen

Hubb-ı câh nedir?

Hubb-ı câh, şeytanın kalbe bulaştırdığı bu yedi hastalığın en masum görüneni, en sinsi ve hızlı büyüyeni, bu nedenle de galiba en tehlikelisi. Kabaca “makam sevgisi” diye çevrilen hubb-ı câh’taki “câh”, aslında “dünyevî menfaat, üstünlük ve itibar, insanların teveccühüne mahzar olmayı sağlayan şey” demektir. Böyle bir itibar genellikle idari, siyasi, ilmi bakımdan yüksek bir mevkide bulunmakla kazanıldığından, câh, zamanla “mevki, makam, rütbe” anlamına kullanılır olmuştur. Nitekim bazı kaynaklarda hubb-ı câh yerine, “yönetme, baş olma, liderlik tutkusu” anlamına gelen “hubb-ı riyâset” tabiri tercih edilir. Bu tabirlerdeki “hubb” kelimesiyle de “bir şeye ölçüyü kaçıracak tarzda ihtirasla yönelme”nin kastedildiğini söyleyip hubb-ı câh’ı şöyle tanımlayalım: Sırf insanlar nazarında itibar kazanmak, uhrevî olmayan menfaatler elde etmek için bir mevki ya da makama gelmeyi istemek, bunun için her yolu mübah görmek. Hubb-ı câh, “zühd” dediğimiz, “insanı Allah Tealâ ile meşgul olmak...