M. Saki Erol | HAYAT DENGEMİZ
Kardeşlerim,
Hepimiz Allah’ın kuluyuz. Ruhlarımız yaratıldığında Allah’a verdiğimiz sözün gereğini yerine getirmemiz lâzım. Buna ahde vefa diyoruz. Abde vefa ile ahde vefa genellikle birbirine karıştırılıyor. Esas konumuz ahde vefadır, abde (kula) vefa değildir. İnsanlara karşı vefalı olmak gönlümüzü birleştirir, muhabbetimizi artırır. Ama ahde vefa imanın temelidir. Ahde vefa olmadığı zaman abde vefa da olmaz. O da yalan olur.
Demek ki, ahde vefa yolunda giden insanların peşinde gitmemiz lâzım. İnşallah sürekli hüsnü zanda bulunacağız. Çünkü Allah Teâlâ her zaman hüsnü zan yapan insanlarla beraberdir. Onun için siz kardeşlerimiz hakkında hüsnü zanda bulunuyoruz. Hepiniz ahde vefalısınız. Elhamdülillah.
Kâlu belâda iman ettiğimiz zamandaki ahdimizin üzerinden belli aşamalar geçiyor.
Dünyaya gelmeden önce baba sırtından anne rahmine, ondan sonra dünyaya gelinir. Bütün insanlık bu şekilde yaratıldı. Değişen hiçbir şey olmadı. Onun için insanlığa ve cinlere Allah Teâlâ 124.000 peygamber gönderdi.(bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/266, Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 9/4; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/210). Niçin gönderdi onları? Bizim ruhlar âleminde verdiğimiz sözü, bize tekrar hatırlatmaya, öğretmeye ve yardımcı olmaya gönderdi.
Bir aşama daha var, çocukluk aşaması, bu buluğ çağına erinceye kadar sürer. Bu dönemi anne, baba, hocalardan aldığımız eğitimle tamamlarız. Bu dönemde biz sorumlu değiliz, ama anne ve babalarımız, büyüklerimiz, kendimize rehber tuttuğumuz insanlar sorumludur.
Buluğ çağına erdikten sonra sonun başlangıcı başlıyor demektir. Artık her fiilimiz melekler tarafından yazılmaya başlıyor, sorumluluk sadece bizim üzerimizde kalıyor.
Peygamberler gelip görevlerimizi anlattı, ondan sonra anne babalarımız anlattı; hocalarımız anlattı, vaadimizi, yüce Allah’a verdiğimiz sözümüzü bize hatırlattılar. Ondan sonra bizde sorumluluk başlıyor.
İnsan, bilmediği ve uzak bir yola gittiği zaman ya önünde bir rehberi olmalı ya elinde bir haritası bulunmalı. Eskiden rehber olmadığı zaman yollarda ağaç, taş veya nehir kıyılarında su seviyesini belirlemek için işaretler olurdu. Belki görenleriniz vardır. Günümüzde haritalar, puslalar ve yol levhaları var. Eğer bir kişi rehbersiz ve haritasız yola gidiyorsa yolunu kaybetmeye mahkumdur. Suda boğulma ihtimali çok yüksektir. Dünya hayatında nasıl ki haritaya, rehbere ihtiyacımız varsa, âhiret yolunda da rehberlere muhtacız. Allah yolunda gerçek rehberlerin peşinden gitmek zorundayız.
Peki rehberleri nasıl tanıyacağız, haritayı nasıl belirleyeceğiz, bunları nasıl bulacağız? Tabii ki haritamız Kur’an ve Sünnet’tir. Onları Rabbü’l-âlemin peygamberi vasıtasıyla bize gönderdi. Kur’an ve Sünnet birer pusuladır; hak yolu ve cennet diyarını gösterir. Bu pusulalarda ne var? Birincisi, hedefimiz var. Bunu şu âyet-i kerime haber veriyor:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 51/56)
Bütün işin başı ve sonu budur. Hani kâlu belâda yüce Allah’a söz vermiştik, “Sensin bizim rabbimiz, sana ibadet ederiz” demiştik. Buluğ çağına ermeden önce bu hedef ve vazife bize hatırlatıldı; ondan sonra artık gereğini yapmak zorundayız. Artık kulluğu yerine getirmemiz gerekiyor.
Kur’an Allah’ın kelâmıdır; sünnet ise Resûl-i Ekrem Efendimiz’in kelamıdır. Arasındaki fark budur. İkisi de bizi bağlar. Âyet-i kerimede yüce Allah, Hz. Peygamber’in (s.a.v) söylediği her şeyi vahiyle söylediğini bildiriyor. O kendi keyfinden konuşmaz, o ancak kendisine vahyedilen şeyleri konuşurbuyuruyor (Necm 53/3-4).
Bu şu demektir: Allah’ın kelâmı da Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hadisleri de emir bakımından bizim için aynıdır. Bir de bunu uygulayanlar vardır. Sürekli silsile şeklinde günümüze kadar gelen din âlimlerimiz, ârifibillah insanlar, mürşid-i kâmillerimiz dinin uygulama şeklini bize anlatmış ve onu yaşayarak göstermişlerdir.
Bu rehber insanları nasıl tanıyabiliriz? Gerçek din âlimi ve kâmil mürşid kimdir? Bunun ölçüsü yüce Allah’ın ölçüleridir. Âlim ve ârif kimse bize dinimizi, yüce rabbimizi tanıtacak kimsedir; yani onlar Allah’a sevkedecek ve O’na şahit olacak rehberdir. Onların sıfatlarını en iyi yüce Allah bilir.
Bir insanın kâmil mürşid olduğunu nasıl anlayacağımızı tasavvuf kitapları güzelce açıklamıştır. Bir insan havada uçmakla evliya olmaz, çünkü kuşlar da uçuyor. Bir insan tayy-i mekân yoluyla doğudan batıya gitmekle kâmil velî olmaz, çünkü -Allah’ın lâneti üzerine olsun- şeytan da bir anda bütün dünyayı dolaşır. Bir insan suda yürümekle kâmil olmaz; çünkü balıklar ve kurbağalar da sürekli suda yüzerler. Tezek ve tahta da suda yüzüyor. Peki ne ile velîlik belli oluyor? Bu ancak Kur’an ve Sünnet’e uymakla belli oluyor. Onun için rabbânî âlimlerimiz ve mürşid-i kâmillerimizi değerlendirme ölçümüz bu olmalıdır.
Bu ölçüleri muhakkak elimizde tutmamız lâzım. Onun için son nefese kadar bu devam eder. İnşallah bu ölçü ve rehberlerimizi elimizden bırakmayacağız. Arkalarından ayrılmayacağız; çünkü bir insanı sevmek Allah için olmadıktan sonra onun hiçbir kıymeti yoktur.
Bir kimseyi mecazi mânada sevebilirsin ama hakiki sevgi ilâhî sevgidir. Eğer bizler bu mürşid-i kâmillere yapışıyorsak bizi, Allah’a ve Resûlü’ne götürsün diye yapışıyoruz. Bir kimse bizi Allah’a ve Resûlullah’a götüremiyorsa, onun faydası yoktur.
Eğer Hz. Resûlullah’a (s.a.v), “Bu Allah’ın peygamberidir; bize rehber olup Allah’a götürecek, bize Allah’ın emrini bildirecek, dini yaşatıp ilahi huzurda şefaatçimiz olacak odur” diye iman etmişsek, artık onun peşinden gitmemiz lâzımdır. Onun için sevgimiz ve kızgınlığımız sadece Allah rızâsı için olmalıdır.
İbadetler çoktur. Namaz kılmak, oruç tutmak bunlar farz olan şeylerdir zaten. Bunlar, sürekli üzerimizde emanet ve borçtur. Nasıl bir insan borçluysa o borcunu ödemek zorunda olduğu Allah’ın bize farz kıldığı emirleri yerine getirmek de bizim kulluk borcumuzdur.
İbadet bunlardan ibaret değildir. Allah için bir mümin kardeşine gülmek, tebessüm etmek bile ibadettir, hayırdır. İnsanlara zarar veren bir dikeni yoldan kaldırmak ibadettir. Bir taş kaldırmak ibadettir. Bunlar sadaka kısmındandır. İbadeti böyle geniş mânasıyla değerlendirip yapmamız gerekir.
Özellikle günümüzde almamız gereken mânevî gıdalarımız vardır, onları almalıyız. Hizmete çok yönelmemiz lâzım. Çünkü büyüklerimizin söylediği gibi hizmet nimettir. Bu nimeti elimizden bırakmamamız gerekir.
Nimet nedir? Bu nimet ihlâs, teslimiyet, muhabbet ve sadakattir. Bunlarla hizmetimizi devam ettirebiliriz. Tabii ki, her şey Kur’an ve Sünnet ölçülerinde ve edebinde olursa doğrudur. Bunu hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın. Başta niyet Allah rızâsı için olacak, sonra amel yapılacak. Onun için bu ölçüleri zamanımız olmadığından dolayı kısa anlatıyorum.
Her gün mânevî gıdalarımızı almalıyız, hizmetle kendimizi desteklemeliyiz. Zikir ve ibadetle yenilenmeliyiz. Çünkü bu devirde zayiat fazla, zarar kapısı çok, her taraf kalbe hastalık sebebi olan günahlarla dolu. Enerji kaybımız çok. O zaman çok kazanmamız, kaybettiğimiz mânevî enerjiyi geri doldurmamız lâzım. Onu hizmetle doldurabiliriz. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanıdır.” (Ebu Ya‘lâ, el-Müsned, 6/65; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/191; Beyhakî, Şuabu’l-İmân, nr. 7658; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, nr. 4044; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, nr.1252)
İnsanların ilimden faydalanması için binalar yapmak ne kadar büyük bir nimettir.
Kendine bir köşk yaparsın, tek başına çoluk çocuğunla oturursun. Bununla yetinmek gerçek akıllı işi değildir. Bu gerçek bir ticaret değildir. Gerçek ticaret, hem en karlı ve hem devamlı faydası olan şeyi yapmaktır.
Biri size, gel şunu yap bir lira vereyim dese, diğeri de şunu yaparsan beş veya on lira veririm dese, siz hangisine gidersiniz?
Sonra tek kişilik ticaret mi çoktur, binlerce kişi ile birlikte çalışarak elde edilen ticaret mi büyüktür? Allah yolunda hizmet, yevmiyesi en az on lira ile çalışmaktır. Binlerce insan ile ortak kazanmaktır. Bu kazanç hem dünyada hem âhirette devam eder. Akıllı insan, ebedî saadet yurdu için yatırım yapar.
Tabii ki akıl sahibi devamlı fazlasını ister. Biz de onun için hayır ve hizmetin fazlasını isteyeceğiz. Hiçbir zaman unutmayacağız, giderimizin çok olduğunu bileceğiz ve hizmetimizi ona göre ayarlayacağız. Bu meselenin dinî kısmı.
Dünya hayıtımız için de temel ölçülerimiz var. Ticaret, siyaset ve diğer bütün işlerimizde temel ölçüleri ve hedefleri iyi bilmek gerekir.
Tasavvuf demek Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) güzel ahlâkı ve üstün sıfatları ile sıfatlanmaktır. Yüce Allah onu kâinata ölçü yapmıştır, bütün hayır ve fazilet onun üzerinden gelmektedir. Ona gitmeyen yolların hepsi şeytanî yoldur.
Terbiye yolları çoktur, fakat sonuçta hepsinde hedef nokta Hz. Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v). Bütün yolların onda birleşmesi lâzımdır.
Biz ona ulaşmaya gayret edeceğiz. İnşallah bu yol mânevî hayatımızı düzenleyecek ve bizi mânevî hastalıklardan koruyabilecek yegane ilâçtır, hastalıklara karşı kalkandır. Bunun için başka bir ilâç aramamıza gerek yok.
Gavsımız geçenlerde bir sohbet etti. Sohbetinde buyurdu ki: “Şeytanı kandıran nefistir. Allah Teâlâ şeytana Âdem’e (a.s) secde et diye emretti, hemen nefis devreye girip, ‘Hayır sen daha kıymetli maddeden yaratıldın, o çamurdan yaratıldı; sen nasıl ona secde ediyorsun’ diye onu emre uymaktan alıkoydu ve helâk etti.”
Onun için zâhirî amellerimiz olsun mânevî amellerimiz olsun bu nefisten kurtulmamız lâzım. Nefis ve şeytandan nasıl kurtulabiliriz?
Allah’ın bahsi edildiği zaman şeytan kaçar. Zikir yaptığın zaman şeytan kaçar, namaz kıldığın zaman şeytan kaçar, ezan okuduğun zaman şeytan kaçar. Ama nefis yerinde durur, onu ne yapmalı?
Gavsımız yine şöyle buyurdu: “Şeytan kurt gibidir. En ufak bir sesten korkar kaçar. Şeytan Allah zikredilince orada duramaz, siner kaçar. Ama nefis öyle değildir.”
O zaman nefis ile mücadelemizi nasıl yapacağız?
Önce tefekkürle işe başlayacağız. Allah Teâlâ’nın hikmet ve kudretini gözler önüne seren şu kâinat üzerinde çokça düşünmek lâzımdır. Tefekkür kalbi uyanık tutar. Kalbi uyanık kimse nefsin hilelerini kolay farkeder.
Sonra zikirle kalbi kuvvetlendirmeli. İlimle ne yapacağımızı bilmeli. Mürşidin nazar ve feyzi ile ilâhî aşkı çekip nefsin azgınlığını dizginlemeli. Her şeye ibretle bakmalı. Ölümü düşünmeli. Helâl lokma yemeli. Hizmetlerle kendimizi korumaya almalı. Kardeşlerimizle nefsimizi kontrol etmeli. Muhakkak büyüklerin verdiği reçeteleri güzel uygulamalıdır. Bütün mesele, nefsi ıslah edip insanlığa fayda vermektir. Nefsini ıslah etmeyen kimsenin başkasına faydası bir aldatmadır. O asıl fayda değildir.
Yolumuz tasavvuftur. Tasavvuf terbiyedir, siyaset, riyaset değil. Bu Türkiye’de yaşıyoruz ve bundan da mutluyuz. Allah huzurumuzu daim etsin inşallah. Türkiye’de ülkemize, milletimize, memleketimize, birliğimize ve beraberliğimize kim faydalı olacaksa ona yardımcı olmak lâzımdır. Bunu yapınca sorumluluğumuz biter. Asıl hedef halka, insanlığa hizmettir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:
“Bir topluluğun efendisi onlara hizmet edendir.” (Sehâvî, el-Makâsidü’l-Hasene, nr. 576; İbn Tolun, eş-Şezre, nr. 505)
Eğer biz bir yerde başkan, amir, memur ve yetkili olduysak, bu hizmet içindir. Eğer bir topluluğun sorumluluğunu üstlenmişsek, Allah katında onlardan sorumluyuz. Peygamber Efendimiz (s.a.v),
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz” buyurmaktadır. (Buhârî, Ahkâm, 1; Cum‘a, 11; İstikrâz, 20; Itk, 17, 19; Vesâyâ, 9; Nikâh, 81, 90; Müslim, İmâret, 20; Tirmizî, Cihâd, 27; Ebû Dâvûd, İmâret, 1)
Bu sorumluluk duygusunu hiçbir zaman unutmamalı. Riyaseti bu şekilde görmemiz lâzım. Siyaseti o şekilde görmemiz lâzım.
Burada ne kaldı. Maddiyat kaldı. Maddiyat nedir? Paradır. Bu mal bizim değildir. Çalışmak ve kazanmak zorundayız, ama Allah yolunda infak etmek için. Fakir fukaraya yardım etmek için. Tabii kendi gücümüz nisbetinde.
Allah yolunda insanlara hizmet şekilleri çoktur. Bu hizmet bir fabrika açmak olabilir, bir kimseye iş imkânı olabilir; başta da söylediğim gibi hayır ve hizmetin çok değişik yolları vardır.
Bu yolda asıl olan sadakat ve ameldir. Boş laf işe yaramaz, bize yol aldırmaz. İnsanları laf ile oyalamak ve görüntüyle kandırmak yasaktır. Âyet-i kerimede yüce Allah,
“Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?” (Saf 61/2) buyurmaktadır.
Allah yoluna davet edip de kendimiz yapmıyorsak, kimseye faydamız olmadığı gibi yalancı durumuna düşmüş oluruz. Onun için ilk önce güzellikleri kendi nefsimizde yaşayacağız ki söylediğimiz karşıdaki insana etki etsin, fayda versin.
Şöyle bir örnek anlatılır:
Bir köle bir mürşid-i kâmile giderek, “Efendim, benim sahibim çok gaddardır, bana çok zulüm ediyor, cuma namazını kılmaya buraya geliyor, ona emir buyursaydınız da bana biraz merhametle davransa!” diye dert yandı. O mürşid de, “Peki söylerim” dedi. Daha cuma günü olmadan bu evliya gidip, esir pazarından bir esir aldı ve onu hemen âzat etti. Cuma günü gelince o kölenin sahibi geldi, onunla sohbet etti. Cumadan sonra kölenin sahibine, “Efendi, senin yanında bir köle çalışıyor, ona karşı biraz şefkatli ol” dedi. O da hemen, “Sen bunu söyledikten sonra, ben onu âzat ettim, o artık hürdür” dedi. Hemen kalktı, kölesinin yanına gidip “Sen hürsün” dedi. Köle şaşırdı, biraz üzerimdeki zulmü azaltayım derken, hür olduğunu işitince hayret etti, hemen içeri girip o kâmil mürşide, “Efendim ben biraz zulmü azaltır mı diye düşünürken, o beni âzat etti. Siz bu adama ne söylediniz” dedi. O da, “Evlâdım önceki gün gittim bir köle satın alıp onu âzat ettikten sonra Efendine kölene iyi davran diye tavsiyede bulundum, Allah Teâlâ da onun kalbine rahmetini koyarak sana merhamet etmesini sağladı” dedi.
Onun için eğer güzel bir şey tavsiye ediyorsak ilk önce bizim yapmamız lâzım ki o işimiz yoluna gitsin. Yoksa zorlamayla gider. Zorda kırılma vardır.
Onun için kardeşlerim, bizim hem maddî hem mânevî ölçülerimiz vardır. Dinî ölçülerimiz Kur’an ve Sünnet’tir.
Bize düşen bir önemli vazife de insanlar arasında fitne çıkarmamaktır. Çünkü fitne kesin haram bir iştir, felâkettir. Cenâb-ı Hak,
“Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür” (Bakara 2/191) buyrulmaktadır.
Bütün müminler kardeştir. Birbirimize köprü olacağız, birbirimize yük yüklemeyeceğiz, birbirimizin yükünü taşıyacağız. O zaman muvaffakiyetimiz kaçınılmaz olur. Allah için birbirimizi sevince muvaffak olmamamız mümkün değildir. Büyüklerinize itaat edin, küçüklerinizi sevin.
Allah hepinizden razı olsun. İnşallah dualarınızı eksik etmeyin. Biz de size dua edeceğiz. Sizin hayırlarınıza ortak olduğumuz gibi siz de bizim hayırlarımıza ortaksınız.
Çok çalışmalıyız; çünkü hem ülkemizin hem insanlarımızın hem ümmet-i Muhammed’in hizmete ihtiyacı vardır. Hizmet nimettir. Virdinizi aksatmayın, hatmenizi terketmeyin, rabıtalarınızı gevşetmeyin, gerisini hizmete ayırın. Bütün hayır ve fazilet bundadır.
Hizmetin en büyük kerameti insanı Allah Teâlâ’nın sevgi ve yardımına mazhar etmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki:
“Bir kul, din kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da onun yardımında olur.” (Ebû Davud, Edeb, 60; Tirmizî, Hudud, 3; Birr, 19)
Şu örneklerden hizmetin kıymetini anlamak mümkündür
Ashaptan Abdullah b. Abbas (r.a), Hz. Peygamber’in (s.a.v) mescidinde itikafa girmişti. Yanına bir adam geldi, selâm verdi ve oturdu. İbn Abbas (r.a) adamın yüzüne baktı, onu biraz kederli gördü:
“Ey falancı! Seni kederli ve üzüntülü görüyorum, bir sıkıntın mı var?” diye sordu. Adam,
“Evet ey Allah Resûlü’nün amcasının oğlu. Falancının üzerimde velâ hakkı var, para karşılığında beni hürriyetime kavuşturdu. Fakat şu kabirde yatan Peygamber hakkı için söylüyorum, üstlendiğim borcu ödeyecek gücüm yok” dedi. İbn Abbas (r.a),
“Ona senin hakkında konuşsam olur mu?” diye sordu. Adam,
“İstersen bir konuş” dedi. İbn Abbas (r.a) hemen ayakkabılarını giydi, mescidden çıktı. Adam,
“İtikafta olduğunuzu unuttunuz herhalde!” diye hatırlatmada bulundu. İbn Abbas (r.a),
“Hayır unutmadım. Fakat ben şu kabirde yatan Hz. Peygamber’i (s.a.v) işittim. O aramızdan ayrılalı çok geçmedi.” Bu arada İbn Abbas’ın gözlerinden yaşlar boşandı. Sözüne devam etti: Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Kim bir din kardeşinin ihtiyacını gidermek için yürür ve sıkıntısını giderirse, bu yaptığı onun için on senelik itikaftan daha hayırlıdır. Halbuki, kim Allah Teâlâ’nın rızası için bir gün itikafa girse Allah Teâlâ onunla cehennem ateşi arasında üç hendek koyar. Her bir hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 3960; Taberânî, el-Evsat, nr. 7322; Münzirî, et-Tergîb, 2/272)
Ashabın büyüklerinden Muâz b. Cebel (r.a) demiştir ki: “Allah yolunda cihada (Allah için hizmete) giden arkadaşlarımın eşyalarını hazırlamam, yüklerini düzeltmem ve bineklerini çekip çevirmem bana on nâfile hacdan daha sevimlidir.” (Ebû Davud, Edeb, 60; Tirmizî, Hudud, 3; Birr, 19)
Ebû Kılâbe-i Basrî (rah.) şu hadiseyi anlatmıştır:
“Resûlullah (s.a.v), yolculuk yaparken ashabını gruplara ayırıyordu. Bir defasında grubun biri Efendimiz’in (s.a.v) huzuruna gelerek gruptaki bir şahsı şöyle övmeye başladılar:
‘Ey Allah’ın Resûlü! Biz bunun gibisini görmedik. Bir yere indiğimizde hemen namaza koşar, durmadan namaz kılar. Hareket edince tek işi Kur’an okumaktır. Bir de devamlı oruç tutuyor’ dediler. Resûlullah (s.a.v),
‘Ona bunları yapma imkânını kim veriyor? O bunları yaparken ihtiyaçlarını kim görüyor?’ diye sordu. Arkadaşları,
‘Bizler’ diye cevap verdiler. Resûlullah (s.a.v), aynı soruyu bir kere daha sordu. Onlar tekrar,
‘Bizler’ diye cevap verince, Peygamber Efendimiz (s.a.v),
‘Bu durumda sizin hepiniz ondan daha hayırlısınız’ buyurdu.” (İbnü’n-Nehhâs, Meşâriu’l-Eşvâk, 1/315; İbnü’l-Mübârek, Kitâbü’l-Cihâd, 2/180)
Bu hizmet kervanında bulunmak hepimiz için saadet sebebidir. Bu nimete şükredelim ki yüce Allah nimet ve sevabımızı artırsın. Biraz da sabırlı olalım. Sabır olmadan zafer olmaz.
Büyükler ne demiş: Sabreden derviş, muradına ermiş.
Muradı Allah olana, O’na kavuşana kadar bu yolda sabır düşer.
Cennet ucuz değil.
Yüce Allah’a karşı vefalı olan ebedî sefayı bulur.
Son sözümüz, âlemlerin rabbine hamdolsun.
(Bu yazı, S. Muhammed Saki Erol’un 2004 yılında Erzurum’da yapmış olduğu sohbetten faydalanılarak hazırlanmıştır.)
Yorumlar