Hz. Ali (a.s.) buyurdu ki: "Müslüman,
kardeşinin aynasıdır; kardeşinizde bir yanlışlık gördüğünüzde, ona
yüklenmeyin; onu irşad edin; ona nasihatta bulunun ve onunla iyi
geçinin. İhtilaftan sakının."
Sözler ve sesler hiçbir dönemde olmadığı kadar çoğaldı. Her yanımız
konuşan insanlarla dolu. Üstelik, çok konuşanların tavırlarından her
şeyi bildikleri intibası da uyanıyor. Birbirlerinden farklı konuşsalar
bile böyle.
Nasreddin Hoca yaşasaydı, herhalde “Sen de haklısın!” sözünü en çok
kullanacağı zamanları görmüş olurdu. Çünkü herkes haklı görünüyor.
“Yoğurdum ekşi” diyen yok.
Gerçekten herkes her şeyi biliyor mu artık? Ne kadar mevzu varsa,
bilgisi, ilmi bu insanların zihninde mi gerçekten? Elbette mümkün değil.
Fakat şartlar öyle görünmeye zorluyor insanları. Bugünün geçer akçesi
biliyor görünmek. Bilmiyor görünmeyi kabullenmek, bilmiyorum demek çok
zorlaştı. Haliyle biliyor olmanın iddiasını sürdürmek için de sürekli
mücadele etmek şart oldu. Diksiyon, hitabet, dramatizasyon, demagoji,
polemik… Bu mücadelede başarıyı sağlayacak usulleri öğrenmek, tekniğine
uygun gelişmek gerekiyor. En önemlisi de ne kadar az biliyor olsan da
kendinden emin görünmek gerekiyor.
Neden böyle olduğu ayrı bir konu. Fakat sebep ne olursa olsun,
konuşanın az dinleyenin çok olduğu günlerden, ağzı olanın konuştuğu,
iddia edip tartıştığı günlere geldik. Çocuklar da dahil, insanlar
yarışırcasına konuşuyor, iddia ediyor, tartışıyor.
Ama bu yarışın bir bitiş çizgisi yok. Hakikati bulmaya yönelik bir
hedefi, bir gayesi de görünmüyor. Nefesi yeten, çelme takmayı da öğrenip
eksiltebildiği kadar adam eksilterek öne geçmeye çalışıyor. Fakat
göğüsleceği bir ip olmadığı için durmadan koşması gerekecek.
Efendimiz s.a.v.’in “Ya hayır konuş ya da sus!” mübarek emri aklımıza
geliyor. Bu emre uyulsa şüphesiz herkesin aklı, kalbi huzur bulacak.
Ama dile sahip çıkılmadığında akla gelen öylece çıkar ağızlardan.
Sonrası tartışma, münakaşa, nice sorun, nice gürültü ve yorgunluk demek.
~Üstünlük Çabası~
Bir keresinde İmam-ı Azam hazretleri, oğlu Hammad’ı itikadî bir
konuda birileriyle tartışırken görür ve susturur. Orada bulunanlar
sorar:
– Biz seni başkalarıyla bu tür konuşmalar yaparken görüyoruz. Bizi neden engelliyorsun?
İmam-ı Azam hazretleri şu cevabı verir:
– Biz konuşurken arkadaşımız kayıp düşmesin, yanılmasın korkusuyla
başımızda kuş taşır gibi dikkat ediyoruz. Siz ise arkadaşınızın yenik
düşmesini istiyorsunuz. Arkadaşının düşmesini isteyen, (konu itikadî
olduğu için) onu tekfir etmek istiyor demektir. Arkadaşının dinden
çıkmasını isteyen kişinin ise kendisi küfre girer.
Bugünün tartışmaları da İmam-ı Azam hazretlerinin yasakladığı
tartışmalara benziyor. Hakikati bulma amacı yok, sadece karşısındakine
kaybettirmek isteniyor. Bir savaş gibi. Bunun elbette müslümana yakışır
bir tarafı yok.
İnsanı böylesine bir mücadeleye iten ana sebep, muhatabı üzerinden
kendisini faziletli, üstün, doğrudan yana gösterme isteğidir. Bu,
terbiye edilmemiş bir nefsin, kötü ahlâkın alametidir. Çünkü kendini
daha üstün, iyi, doğru gösterme çabası kibirdir, büyüklenmedir. Kibir
ise bir ateştir, kişide iyilik, güzellik namına ne varsa yakar, yok
eder.
Meseleyi medenilik-vahşilik bağlamında ele alırsak, başkasını kusurlu
ve kendinden düşük göstermeye çalışmak vahşiliktir. İnsan tabiatındaki
yırtıcılığın bir yansımasıdır. Nefs başkasını yenmekten, kırmaktan,
eziyet etmekten zevk alır. Böylece güya üstünlüğünü ispat edecektir. Ama
bunu istemek bile onun düşüklüğünü, bayağılığını ispat eder.
İnsanlarla tartışan, üstünlük mücadelesine girenler nefsin helak
edici kötü sıfatlarını kuvvetlendirmiş olur. Böyle davranmak, çirkinliği
yanında başkasına eziyeti de kapsadığından sürekli günah olarak
yazılır.
Üstün gelme mücadelesi ortamda öfkeyi artırır, muhatapları hak ya da
bâtıl ayırt etmeden konuştuğunu savunmaya sevk eder. Kavga ve sürtüşmeye
sebep olur. Bu da başlı başına bir eziyettir.
Diğer taraftan bu tarz yaklaşımların nerede duracağı da belli olmaz.
Birbiriyle münakaşa ve mücadeleye girişen kişiler, düşmanlığın en ileri
seviyesindeki kötü sözlerle konuşabilir, hasımları susturmak ve
engellemek için en kuvvetli çıkışları yapabilirler, bazen kelimeler de
tükenir ve fillî şiddet doğar.
~Şeytanın Sevinci~
Tartışmak, kendini üstün bilmekten, yani kibirden kaynaklanır. Kibir
ise her iyiliğe engeldir. İnsanın hep kendini haklı göstermesi,
başkalarının kalbini kırması, gönlünü incitecek söz sarf etmesi kötü
huyun en belirgin alametlerindendir. Tartışma dinimiz tarafından
yasaklanmıştır. Çünkü istenilen neticeyi elde etmeyi sağlamadığı gibi
münakaşa esnasında söylenen sözler, yukarıda değindiğimiz gibi üzücü
olaylara ve kavgalara sebep olabilmektedir. İmam Mâlik rh.a. şöyle
demiştir:
– Tartışmak dinden değildir ve din büyüklerinin hepsi bunu
yasaklamışlardır. Fakat muhatapları bid’at ehli bir kimse ise, onu
doğruya davet için inat, husumet ve uzatma olmaksızın, Kur’an-ı Kerim ve
hadis-i şerifleri delil göstererek konuşmuşlardır. Fayda vermeyince
kendi haline bırakmışlardır.
Rasulullah s.a.v. Efendimiz ashabının tartışmasını istemez, hele
dinle ilgili konulardaki tartışmalardan özellikle uzak durulmasını
emrederdi.
Mesela Ebu Hüreyre r.a.’ın rivayetine göre bir seferinde Allah Rasulü
s.a.v.: “Kur’an hakkında tartışmak küfürdür.” (Ebu Davud, Sünnet, 5
(nr. 4603)) buyurmuştur.
Yine Ebu Hüreyre r.a. anlatıyor:
Biz kader hususunda tartışırken Rasulullah s.a.v. çıkageldi. Öyle
kızdı ki öfkeden yüzü kızardı. Bize şöyle çıkıştı: “Bununla mı
emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim! Bilin ki sizden
öncekileri, dinî meselelerdeki tartışmalarının çokluğu ve peygamberleri
hakkında düştükleri ihtilafları helâk etti!” (Tirmizî, Kader, 1 (nr.
2134); İbn Mâce, Mukaddime, 10 (nr. 85))
Bir seferinde ise Allah Rasulü s.a.v. “Bir kavim, içinde bulunduğu
hidayetten sonra sapıttı ise, bu mutlaka tartıştıkları için olmuştur.”
diye buyurmuş ve buna delil olarak da şu ayeti okumuştur:
“Onlar, ‘Bizim ilahlarımız mı hayırlı, yoksa o mu?’ dediler. Sana
böyle söylemeleri sırf tartışmaya girişmek içindir. Doğrusu onlar
münakaşacı bir millettir.” (Zuhruf, 58)
Demek ki hak ve hakikat üzere bulunan toplumlar, gruplar sonradan
sapıttı ise bunun sebebi, dinî emirler ve yasaklar, iyi-kötü, hayır-şer
şeklindeki değer hükümleri hakkında yersiz tartışmalara
girmelerindendir.
Allah Rasulü s.a.v. diğer bazı hadislerinde de bizleri tartışmadan sakındırarak şöyle uyarmıştır:
“Kardeşinle münakaşa etme! Onunla alay etme! Ona, yerine
getiremeyeceğin vaatte bulunma!” (Buharî, Edebü’l-Müfred, nr. 394;
Tirmizî, Birr, 58)
“Allah Tealâ bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, mücadeleye
girmedikleri sürece o kavim haktan sapmaz.” (Tirmizî, Tefsir, 44; İbn
Mâce, Mukaddime, 7; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/252)
“Bir kul haklı bile olsa münakaşayı terk etmediği müddetçe imanın
hakikatini tadamaz.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/352, 353, 364; İbn
Ebü’d-Dünya, Kitâbü’s-Samt, nr. 139, 666)
Hz. Lokman Hekim’in oğluna nasihati de kulaklarımıza küpe olmalıdır:
“Ey oğlum! Elinden geldiği kadar kavgadan, münakaşadan sakın! Dünya
işleri için kendini fazla üzme! Kızdığın zaman sözlerine dikkat et,
ölçülü olmaya çalış! Büyüklerin önünden yürüme! Bir kimse konuşurken
araya laf sokma! Ey oğlum! Diline sahip olmayan sonunda pişman olur. Çok
tartışan kötülenir.”
Süfyân-ı Sevrî k.s. de şöyle derdi:
“Münakaşa ve mücadele yapma. Haksızlık edip günaha girebilirsin. Her
yerde sabırlı ol. Sabır, hayra ve iyiliğe, sonunda da cennete götürür.
Hiddet ve gazaptan kendini muhafaza et. Bunlar insanı kötülüğe çeker.
Kötülükler ise cehenneme götürür. Alimlerle tartışma, kıymetini
düşürürsün. Allah Tealâ’nın yaptığı taksime razı olup rızkından memnun
olursan, gönlü zenginlerden olursun. Cenab-ı Hakk’a tevekkül et,
kuvvetli olursun. Dünya ehli ile onların dünya menfaatleri üzerinde
münakaşa etme. O zaman Allah Tealâ ve insanlar seni sever. Mütevazi,
alçak gönüllü ol, salih amelleri tamamlamış olursun. Merhamet edersen,
her şey sana merhamet eder.”
Müslim b. Yesar rh.a. de şöyle demiştir: “Münakaşadan sakının. Zira
münakaşa anı, alimin cahillik ettiği vaktidir. O vakitte şeytan alimin
doğru yoldan sapmasını arzular.”
~Tartışmanın Terki~
Konuşana karşı susmak, söyleyecek sözü olduğu halde kendini tutup
sabretmek cidden zordur. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber s.a.v. şöyle
buyurmuştur:
“Hatasını anlayıp tartışmayı terk eden kimseye Allah Tealâ cennetin
ortasında bir köşk ihsan eder. Haklı olduğu halde tartışmayı terk eden
kimseye ise, cennetin en yükseğinde bir köşk ihsan eder.” (Tirmizî,
Birr, 58 (nr. 1994); Ebû Davud, Edeb, 8 (nr. 4800); İbn Mâce, Mukaddime,
7 (nr. 51))
Mümin şanına, imanına hiç yakışmayan bâtıl bir iddiaya girer de bunu
bir noktada bırakırsa Cenab-ı Hak lütfuyla bir ihsanda bulunuyor. Haklı
olduğu bir meselede iddialaşmayı bırakan ise öncekinden daha büyük bir
sevap alıyor. Böylece haklı bile olunsa tartışmanın terkinde hayır
olduğu ifade edilmiştir.
Münakaşanın terki aynı zamanda nefsin hastalığı olan kötü halin
tedavisine de vesile olur. Kişi münakaşayı terk ettikçe kendisini üstün
görmeye sebep olan kibrini kırar ve başkalarını küçük gören hayvanî
sıfatını söküp atar. Hakikaten her hastalığın tedavisi o hastalığa sebep
olan şeyden uzaklaşmakla mümkündür. Aksi halde tartışmaya devam etmek
kişide alışkanlık haline gelir. Sonra bu hastalık benlikte öyle yer eder
ki, kurtulmak çok zor olur.
Kişi sıkı bir tartışmacı olsa ve insanlar da bu kabiliyeti sebebiyle
onu övse, o kişi halk tarafından kabul edildiğini, üstün biri olduğunu
düşünür. İşte o zaman tehlike daha da büyümüş demektir.
İnsanda öfke, kibir, gösteriş, makam sevgisi, kendini üstün görmek
gibi sıfatlar hakim olduğu zaman bunlardan kurtulmaya kolay kolay güç
yetiremez. Bu huylardan birini temizlemek büyük bir gayret ve mücahede
isterken hepsiyle nasıl baş edebilir? Tartışmada ise bütün bu kötü
hallerin tamamı mevcuttur.
İnsan için en hayırlısı, aynı kıbleye yöneldiği müminleri suçlamaktan
uzak durmasıdır. Yanlışı olan birini gördüğü zaman onu baş başa bir
ortamda nezaketle uyarmalı, asla mücadeleye girmemelidir. Karşısındakine
nasihatin fayda vermeyeceğini anladığı zaman ise bırakıp kendi nefsiyle
meşgul olmalıdır.
Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurur:
“Dilini müslümanları kötülemekten çeken ve hata edeni gücünün yettiği
en güzel bir üslupla ikaz eden mümine Allah rahmet etsin.”
Hişâm b. Urve r.a. diyor ki:
“Peygamber Efendimiz s.a.v. bu sözünü yedi defa tekrar etti.” (İbn
Ebü’d-Dünya, Kitâbü’s-Samt, nr. 137; Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, nr.
3026.)
~Edep ve Nezaket Yolu~
İslâm, müminlere dine ve dünyaya ait bütün işlerde taassup ve ifrat
göstermeyerek tahammüllü olmayı emrediyor. Hz. Peygamber s.a.v. yirmi üç
yıl insanları dine davet etti. O hikmetle, etkili nasihatlerle davette
bulunmak, ılımlı hareket etmek hususunda en güzel örnekti. Çok şefkatli
ve merhametliydi.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber s.a.v.’e hitaben buyuruluyor ki:
“(Rasulüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla
en güzel şekilde mücadele et! Doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları
daha iyi bilir. O doğru yolda olanları da en iyi bilir.” (Nahl, 125)
Bu ayet, İslâm’ın davet prensibini ortaya koymaktadır. Allah yoluna
hikmet ve güzel sözle çağırmayı emretmektedir. Çünkü bilgisiz,
hikmetsiz, kaba sözlerle, taassupla hareket etmenin yararı değil, zararı
verdır. Hikmet ve tatlı dil ise gönülleri etkiler, insanları yumuşatır,
yoldan çıkmışları yola getirir. Yani münakaşa davet metodu değildir.
Amacı karşıdakini susturmaktır. Hasım cevap vermeyip susabilir ama gönlü
kabul etmez. Onun için ayette cedel ve tartışma davet metodu
yapılmamış, Allah yoluna sadece hikmetle ve güzel öğütle çağırılması ve
en güzel biçimde çaba gösterilmesi emredilmiştir.
Gerçek mümin de kimseyle cedelleşmez, münakaşa etmez. Bilir ki
münakaşa düşmanlıkların çoğalmasına sebep olur. Herkesle iyi geçinir,
sert davranmaz. Kalp incitmekten korkar. Kalpleri Allah Tealâ’nın evi
bilir.
Aynı şekilde fitne de çıkarmaz ve buna sebep olmaz. Dine ve dünyaya
zarar verecek işlerden sakınır. Güler yüzlü, tatlı dillidir. Allah
Tealâ’nın hoşnutluğunu kazandıracak işler yapmak için gayret eder.
Sabreder, affeder. Her anlaşmazlıkta, her sıkıntıda kusuru önce
kendisinde görür. Salih ve sadık insanlarla arkadaşlık eder, onlarla
yakınlık kurar.
Uygun bir şekilde hakkı söylemenin dışında tartışmayı terk etmek,
öfkeden uzak durmak, yumuşak davranmak ve insanlarla iyi muamele etmek
ariflerin ahlâkındandır. Zira iyiliğe karşı iyilik her kişinin işidir.
Fakat kötülüğe karşı iyilik ise er kişinin işidir.
Veli kullar, “Bizim yolumuz tartışarak mücadele yolu değil, sevgi ve
muhabbet yoludur” ilkesiyle hareket etmişler, başkaları ile kavga ve
mücadele yerine nefsle mücahede ve gönüllerin fethini prensip
edinmişlerdir. Kendilerine yöneltilen tenkitlere dahi genellikle sükûtla
cevap vermişlerdir.
İslâm, ilişkilerde ılımlı olmayı, nezaketi ve güzel üslubu terk
etmemeyi emretmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “Sen, kötülüğü en güzel
şekilde sav.” (Müminûn, 96) buyurulmaktadır. Bu ayet-i kerimede
insanlarla münasebetlerde en güzel davranış şekli bildirilmektedir. Bu
da kötülük yapanın düşmanlığını dostluğa, öfkesini sevgiye dönüştürmek
için ona iyilik yapmaktır. Diğer bir ayette ise, “İyilikle kötülük bir
olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman seninle arasında
düşmanlık bulunan kimse sanki candan bir dost olur.” (Fussılet, 34)
buyurulmaktadır. İçimizde tartışma kıvılcımı çaktığı zaman bu ilahî emri
hatırlamak ve ahireti düşünmek bizi yanlışa düşmekten alıkoyacaktır.
Zaten ahireti dünyaya tercih etmemiz gerektiğini, kendi nefsi adına
insanlara galip gelmenin ahirete faydası değil zararı olduğunu
biliyoruz. Bu şuur benliğimizde yer ettiği zaman ahlâkımız güzelleşecek,
Mevlâmız’ın rızasına yaklaşmış olacağız.
Allah Tealâ yüce kitabında cennetteki kullarından söz ederken
“Onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa
hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: ‘Hidayetiyle bizi (bu
nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun!’ …” (A‘raf, 43) ve “Biz, onların
gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı
karşıya oturan kardeşler olacaklar.” (Hicr, 47) buyurmaktadır.
Bu kardeşlik duygusundan daha güzel bir duygu yok. Elbette cennette
değiliz, burası dünya. Ama bu dünyayı cehenneme çevirmenin herkesten
önce kendimize zararı var.
Siraceddin ÖNLÜER / Semerkand Dergisi
Yorumlar